İsyan ! [ Bir Savaşçının Hikayesi ]

İsyan!

Bir savaşçının hikayesi…

                ‘Bana bir bira ver genç…’  diyebildi bir kaç büyük yüzüğün takılı olduğu iri parmaklı elini havaya kaldırarak. Adamın tok sesi aynı tahta bir kapıya vurulduğu zaman çıkan sese benziyordu. Vücudundaki yorgunluk gözlerindeki ağır bakışlardan rahatlıkla anlaşılıyordu ki zaten soluk bir havanın hakim olduğu hanın küçük barında onun gözlerine bakmaya cesaret edebilecek kimse de yoktu. Altındaki ince uzun tahta tabure onu güçlükle taşıyabiliyordu. Siyahlı beyazlı gür ve uzun saçları kalın boynunu örtüvermişti. Hatta ona tam arkasından bakan bir kişi boynu olmadığını bile düşünebilirdi. Dev cüssesini saran yaşlanmış kasları artık hiç eskisi gibi güçlü olamayacağını haykırır gibiydi. Barın diğer tarafındaki yüzü çilli genç elindeki bezi bırakıp hızla adamın söylediğini yaptı ve arkasındaki fıçıdan bir bardak bira doldurdu.

– ‘Buyrun efendim.Kar gibi soğuk.’

                Yaşadığı topraklarda verilen savaş haftalardır devam etmekteydi. Köylüler ayaklanmıştı. Halk kralın despot yönetimine artık dayanamamış ve isyana kalkışmıştı. Kralsa cezayı ağır kesmiş, askerlere önlerine çıkan herkesi öldürmelerini emretmişti. Halk direnmekte zorlanıyordu. Şehrin boğucu havasına kırmızı çelik sesleri de katılınca nefes dahi zor alınıyordu artık bu topraklarda. Çocuklar hiç durmadan ağlıyor, babaları ise ya ölmüş ya da ölmemek için boyunlarındaki kılıçların sahiplerine yalvarıyorlardı. Ağlayacak yaşı çoktan geçenler ise eğer şanslılarsa annelerini tekrar bulabilirlerdi. Kimileri arkasına bakmadan topraklarını terk etmiş, kimileri ise boyunlarına bir ip sarıp gördükleri ilk ağaçtan aşağıya bırakmıştı bedenlerini. Axel’in midesine saatlerdir bir lokma girmemişti.Gün doğduğundan beri kılıç sallıyordu.Bir zamanlar hizmet ettiği kralın askerlerine direniyordu. O hep iyi bir asker olmuştu. Kendi döneminin belki de en iyilerindendi. Güçlü kolları incelikle dövülmüş kılıcını sallarken ustalıkla hareket ediyordu. Yıllarca kralına hizmet etmiş, bir çok kanlı savaştan alnının akıyla çıkmıştı. Ancak savaşlar bitmek bilmiyor, kral toprağa doymuyordu. Lakin günün birinde, yeni bir savaşın sonunda, kral zırhını çıkartmış taze toprak kokusunun tadını çıkartırken düşman okunun kalbine isabet edeceğinden habersizdi. Yedi cihanı kıskandıran fetihlerin kırık bir düşman okuyla son bulduğunu, sanki sonu yokmuşçasına toprağa akan kanı yıkayan yağmur damlaları anlatmıştı…

                Kral ölmüştü.Halk kendi soyunun en yiğit kralını kaybetmişti. Fetihlere ara verilmiş, günlerce yas tutulmuştu. Engin, soylu topraklar şimdi hüngür hüngür ağlıyordu. Günler günleri kovalamıştı ve artık kralın tek oğlunun boş kalan tahta oturma zamanı gelmişti. Öyle de oldu. Ancak genç kral hiçte babasına benzememiş halkını zulümle yönetmeye başlamıştı. Kimseyi dinlemiyor yalnızca bildiğini okuyordu. Köylüye ağır vergi bağlamıştı. Artık köylülerin tüm hakkı kraliyet hazinesine giriyordu. İşte isyanda böyle başladı. Yoksullaşan halk, eski güçlü dönemlerini özlüyor ve o günleri geri getirmek için her şeyi göze alabileceğini kanıtlamak istiyordu.

                Axel yeni kral tahta geçmeden önce yaşlandığını bahane ederek artık krala hizmet edemeyeceğini söylemiş ve çocukluğunda babasıyla yaptıkları gibi tarıma yönelmişti. Ölen krala duyduğu saygı herkesinkinden çok farklıydı.O yıldızları parlatmaya gitmişken başka birisine – yeni kralda olsa- hizmet etmeyi uygun bulmamıştı. Kılıcını bıraktı bırakalı hiç dövüşmemişti Axel. Birkaç sene öncesine göre paslandığı açıkça ortadaydı ama yinede kraliyetin askerleriyle başa çıkabiliyordu. Önceden gururla hizmet ettiği üniformaları şimdi birer birer kesiyordu. Üzerine gelen son askeri de tek bir hamleyle yere sererken kan içinde olan ellerinden destek alıp zorlukla doğrulabildi. Arkasından yaklaşan telaşlı ses çocukluk arkadaşına aitti,

-‘Axel! Karın!..’


                Adamın yüzündeki rastgele dağılmış sakalların sertliği yüz metre öteden rahatlıkla anlaşılabilirdi. Elmacık kemiklerinin yüzünde keskin bir hat oluşturması nispeten zayıf bir birisi gibi düşündürtse de, iri cüssesi bunu tamamen yalanlıyordu. Üzerindeki krem rengi kumaşın kol kısmı özensizce kesilmişti. Sanki birisi aceleyle yırtmış gibi duruyordu. Hancı adamın üzerindeki bu kumaş parçasını ilk gördüğünde ‘bu kadar iri olmasaydı dilenci kabul etmiyoruz’ diyerek kovardım diye düşünmüştü.Adam camdan uzakta olmasına rağmen sis kümesinin arasından sızan ay ışığı yorgun gözlerini ortaya çıkarıyordu. Kesinlikle renksiz bir gözü var diye düşünmüştü bardaki genç.Dışarıdaki sisli ve kasvetli hava hanın içine de yansımıştı.Plansızca dağıtılan gaz lambaları salonun bir yarısını aydınlatırken diğer yarısını karanlığa boğmuştu. Duvarlarda dans eden loş ışığın rengi, adamın içtiği biranın bir ton koyusuydu. Dışarıdaki karanlık, kasvetiyle beraber sessizliği de getirmişti oraya. Basit bir düzenle yerleştirilen tahta masalardaki az sayıda insanın hiç birisi ses çıkartmıyordu. Öyle ki bardaki gencin umursamaz bir tavırla rafa yerleştirdiği çizik bardaklardan çıkan ince tıkırtılar en üst kattan bile rahatlıkla duyulabilirdi.Adamın odası da en üst kattaydı.Hancı ona gönülsüzce bir oda vermek zorunda kalmıştı.Ancak onun henüz odasına çıkıp yalnız kalmaya cesareti yoktu…

                Axel affedilmeyi bekleyen çaresiz bir köle gibi dizlerinin üzerine çökmüş ellerini de dizlerinde kavuşturmuştu. Dirseklerindeki titreme yüreğinde başlayan sonsuz acının minik bir belirtisiydi sadece.İçeriye girer girmez yere yığılmış, içinde onu kasıp kavuran bir yangın başlamıştı. Ayaklarından bir sarığa asıp her bir parçasını yavaş yavaş kesseler böyle bir acıyı hissedemezdi. Yeryüzündeki en büyük yangına kendi içinde tanık olmuştu.Gözlerinde biriken damlalar, iri gövdesindeki alev kümelerini söndürmek için çok yetersizdi.

                Cennet gibi ışıldayan gözler, bir melek gibi dokunan eller artık yoktu.

                Kulağındaki şiddetli uğultu biraz olsun hafifleyince, arkadaşını yanı başında yere çökmüş kendisine bir şeyler mırıldar halde olduğunu farketmişti.

-‘Hey! Axel! Beni duyuyor musun ? Hemen kalkman gerekiyor.Hey! Axel!..’

                Axel gözlerini sımsıkı kapatıp bir kaç saniye kendini denedi. Ancak bu kontrolü ele alması için yetersizdi. Boşlukta gibiydi. Her bir noktasının alev alev yandığı, kaçmak için hiçbir yol bulamadığı çaresiz bir boşlukta düşüyormuş gibi hissediyordu.

                Birden yüzüne gelen sert bir tokatla irkildi.

-‘Yeter artık kendine gel.Hemen uzaklaşman gerek, beni anlıyor musun?’

                Yüzünü olabildiğince sert sıktı ve tek gözünü yavaşça açıp çevresine bakındı.Kralı öldüğünden beri yaşadığı sakin hayatın ilham verici kalesini sanki ilk defa görüyormuş gibi süzmeye başladı.Evinin duvarlarına şaşkınlıkla bakakaldı. İçerideki her şey dağılmış, tüm tahta sandalyeler, masalar kül olup yerlere saçılmıştı. Taş duvarlar simsiyah olmuş, dokununca bir sigara misali dağılacakmış gibi görünüyorlardı.

                Gözleri yarı çıplak yerde yatan bedene takıldı.Kapkara uzun saçlar zorlu bir boğuşmadan çıkmış gibi rastgele dağılmışlardı. Vücudun bir kaç yerindeki ezikler bu boğuşmada hiç öne geçemediğinin göstergesiydi. Kan… Etrafı koyu kırmızı renkte, kurumaya başlamış kanla kaplıydı.Axel zorlukla yutkunup yüzünü buruşturdu. İçinde yükselen şiddetli alevler kaslarını erimiş çeliğe dönüştürmüştü sanki. Arkadaşının da  yardımıyla güçlükle doğrulup bir kaç adım ilerleyebildi. Gözyaşları ona itaat etmiyor, yaşlı sakallarını -sanki bir faydası olacakmış gibi- usulca yıkayıp yere damlıyordu. Axel yere dağılan cansız saçları yavaşça düzeltti. Saatlerdir kılıç sallamaktan ihtiyar avuçlarıyla karısının açık kalan gözlerini bir çırpıda kapattı. Arkadaşı ona renkli ve uzun bir kumaş uzattı. Bunun karısının en sevdiği örtü olduğundan habersizdi tabii. Kumaşı alıp yavaşça üzerini örttü. Elleri hiç olmadığı kadar titriyordu. İçindeki acının ağırlı daha önce taşıdığı onlarca kilo zırhın ağırlığına hiç benzemiyordu. Bu çok farklı bir duyguydu.

                Çaresizlik ve hırsın intikam duygusuna dönüşmesi çok sürmemişti. Bunu yapan her kimse onu bulacak ve sol yanında toplanan yakıcı alevi onun suratına kusacaktı.

                Arkadaşı onu omuzlarından kavramış dikkatle kendisine bakmasını ister gibiydi. İşaret parmağını Axel’in gözüne tutup bir şeyler anlatmaya çalışıyordu,

-‘Hadi artık gitmen gerek. Sırada sende varsın. İnan bende çok üzgünüm ama öldükten sonra öcünü asla alamazsın.Hadi git şimdi! Daha güçlü döneceğinden şüphem yok Axel!’


                ‘Kaçıncı bira bu yahu? Sızıp kalacak sonra ben taşıyacağım’ diye düşündü bardaki genç.Orada çalışırken en nefret ettiği şey sarhoşları odalarına götürmekti. Bütün gün tuvalet temizlemek bile daha zevkliydi onun için. Adamın yüzükleri dikkatini çekti birden. iri yüzüklerin her biri ayrı birer anıyı temsil ediyor olmalıydı. ‘Kim bilir ne anısı var?’ diye düşündü içinden. Adam hana girdiğinden beri yüzündeki sert ve gergin ifade hiç gitmemişti. ‘Doğduğundan beri mi böyleydi acaba ?’


                Axel arkadaşının çabucak ayarladığı bir at arabasına binmişti.Kafasını çevirip evine tekrar bakacak gücü bulamamıştı kendisinde.Şehirde tam bir kaos vardı. Kadınların çoğu saklanacak bir yer bulma ümidiyle koşuşturuyorlardı. Erkekler ise zaten meydanda büyük bir savaş veriyordu. Yenilgiyle sonuçlanan bir isyan… Kral köylü halkın başarı arzusunu çoktan bastırmıştı. Artık insanların çoğu bundan sonra olacaklardan korktukları için kaçacak delik arıyordu.

                Arabacıyla hiç konuşmadı Axel. Tek bir kelime bile söylemedi. Arabacı ise kendine önceden söyleneni yapıyor  bir kaç saat uzaklıktaki diğer şehre doğru ilerliyordu. Bir kadın ‘beni de götür’ diyerek çığlık çığlığa arabanın önüne atlamıştı. Axel onu fark etmedi bile. Gözlerini kapatıp arkasındaki düzeneğe kafasını yasladı. Göz kapaklarının ardında karısının cansız bedeni vardı. Oradan ayrılırken kılıcını, ‘geri gelip canınızı bununla alcam’ dercesine karısının yanına bırakmıştı…

                Hava iyiden iyiye karardığında eski bir binanın yanından geçtiklerini fark etti. Arabacıya,

-‘Dur!’ dedi çabukça. Arabacının da canına minnetti zaten. Axel yorgun vücudunu zorlukla indirdi arabadan. Havadaki sis bulutu görüş alanını da daraltmıştı. Ağır ağır binaya doğru yürüdü. İçeriden sızan loş ışık zorlukla ayırt ediliyordu. Adımlarını dikkatlice atıp kapıya doğru yaklaştı ve eskimiş altın rengindeki kapı tokmağını çevirip içeriye girdi. İçerdeki sıcak hava yüzüne çarptı. Derin bir iç çekip binanın sahibi olduğunu düşündüğü adamın yanına gitti ve bir şeyler mırıldandı. Adamda çalıştırdığı gence eliyle bir işaret yaptı ve arkasını dönüp gitti.

                Ölümcül bir sessizlik hakimdi içeride. Öyle ki eskimiş ince ve uzun tabureye otururken çıkarttığı takırtıları herkes duydu. Kafasını yavaşça kaldırıp karşısındaki genç barmene kısık ve kanlı gözleriyle baktı ve şöyle dedi,


-‘ Bana bir bira ver genç…’

Bir yorum ya da cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir